Canım ne zaman “alıp başını gidesiye” sıkılsa, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne çıkardım bir zamanlar. Böyle böyle beş defa gezdim müzeyi. Mutsuz olduğum zamanlarda beni oraya çeken bir şey vardı.
Bizi müzelere çeken, artık harabe olmuş eşyanın kayıp parçalarını, maddesiyle-ruhuyla imgelemimizde tamamlama heyecanı olsa gerek. Hayatları olmasa da ruhları bize benzeyen arkaik insanların yüzlerini aramak, kırık çömlek parçalarında.
Dünyanın sayılı müzelerinden sayılan, Türkiye’de en çok ziyaret edilen müzelerden olan, 1997 yılında Avrupa çapında yapılan bir değerlendirmede (İsviçre, Lozan’da) altmışsekiz müze arasından “yılın müzesi” seçilen Anadolu Medeniyetleri Müzesi, 200 bin eserlik büyük koleksiyonuyla, reel zamanın birkaç saati içinde tarihin bütün çağlarının içinden geçme olanağını veren bir büyük seçki: M.Ö. 50.000'lerden M. S. 200’lere kadar.
Ankara’da müzecilik çalışmaları Cumhuriyet’le birlikte başlıyor. Tarihimizin araştırılmasına, Türk kültürü ve sanatıyla ilgili eserlerin derlenmesine çok önem veren Atatürk, Ankara’da bir Millî Müze, bir de Hitit Müzesi kurulmasını istemiş. Millî müze hayali, 1928’de Etnoğrafya Müzesi’nin kendi binasında açılması ile gerçekleşmiş. Bu arada Hitit öncesi ve Hitit devri buluntuları, kazı mekânlarından Ankara’ya akmaya başladıkça, yeni bir müze inşa edilmesindense, kale eteğinde birbirine komşu bulunan Mahmud Paşa Bedesteni ile Kurşunlu Han’ın onarılmasına karar verilmiş (1938). (Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamı Mahmud Paşa 1464-1471 yılları arasında yaptırmış burayı. Bedesten, içinde değerli eşya alınıp satılan kapalı çarşı anlamına geliyordu.) Eserler, bedestenin on kubbeli-yüksek tavanlı salonuna (mevsim kışsa, üşüyorsunuz) Alman arkeolog H. G. Guterbock başkanlığındaki bir heyet tarafından 1940’ta yerleştirilmiş. Çarşının olduğu gibi bırakılan dükkânları batı kanadında ve onlarda da yine eski eserler teşhir ediliyor. Kurşunlu Han ise, müze bütününün idari binası olarak kullanılıyor.
Müze turuna, içine bacasından girilen Çatalhöyük evlerinin gerçek ölçülerine uygun bir modelinin kesiti önünden geçerek başlıyorsunuz. Bu ilk bölümde nefis eserler var. Üstelik bunların bir kaçı ünik, eşi olmayan eserler. Örneğin tarihin en eski kumaş parçası (yangından kurtulmuş gibi bir hali var) ve en eski aynası (camdan değil obsidyenden) burada. Ankara’nın simgesi Hitit kursları da kumaşı geçince hemen solda, kendilerine özel stantların üzerinde duruyor. Boy boy, çeşitli dönemlere ait pek çok Anatanrıça (Kubaba-Kibele) heykelciği de sağ tarafta ve orta camekânlarda. Ve o müzeye beş kez gitmemin belki de tek müsebbibi olan takılar... Günümüz tasarımcılarına özel sandığımız bir yaratıcılık, şaşırtıcı bir emek, özenilesi bir zarafet... İnanın, gözlerinizi alamazsınız.
Frigya Kralı Midas’ın ahşap mobilyaları müzenin en güzel eserlerinden. Sedir, ardıç, sarıçam, şimşir, ceviz ağaçları kullanılarak yapılmış bu mobilyaların en güzeli de Midas’ın masası. Aslında bizim gördüğümüz eserlerin buluntu hali değil; bu güzelliği ortaya çıkaran, mobilyaya yapılmış restorasyon çalışması. Türkiye’nin ilk -sonradan İstanbul’da da bir tane açılmış- eski eser bakım ve onarım laboratuvarı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ninki. Yılda iki bin ile üç bin arasında eser, konservasyon ve restorasyon işliklerinde, yeniden hayata dönüyor. Aldıkları devlet memuru maaşı karşısında, daha çok “gönüllü” sayılabilecek bir avuç uzman, çok zevkli, heyecanlı, ve riskli bir görevi, sevgiyle sürdürüyorlar. Koruma altına aldıkları ve onardıkları eserleri bilgisayar ortamında belgeleme/arşivleme işini de aynı anda yürütüyorlar. Restorasyon, bir arkeolojik kalıtı rezil de edebilir. Doku uygunluğu, estetik bütünlenme, gerçekçilik çok önemli. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi laboratuvarında yapılan restorasyonlar bu açıdan başarılı.
Turizm amaçlı tanıtımlarda, daha çok Batı Anadolu antik kentleri ve müzeleri öne çıkmıştır hep. Bildik deniz-doğa-tarih üçlemesi nedeniyle. Bu yüzden örneğin Doğu Anadolu’daki Urartu Devleti’nin kalıtlarını diğerleri kadar fazla duymamış, öğrenmemiş, tanıtmamışızdır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde mezarlarını ev biçiminde inşa eden, taş işçiliğinde çok ilerlemiş, altın-gümüş işlemeleri kendi çağında moda yaratmış Urartuların eserlerini de görebilirsiniz.
Sheraton Oteli’nin eteklerindeki Karum’un adı, tarih öncesi devirlerden geliyor. Tacirlerin kurdukları, alış-veriş yaptıkları ve yaşadıkları yerlere karum deniyormuş M.Ö. 2000’in başlarında. O dönemde Anadolu bayındır ülkelerden biriymiş. Bunu bilen Mezopotamyalılar, Asur Devleti’nin öncülüğünde Anadolu’yla büyük ticari ilişkileri girmişler ve böylece dokuz karum kurulmuş. Bunların idare edildiği başkarum ise Kayseri yakınındaki Kültepe Kaniş’tekiymiş. Karum betimlemesi yapılmış büyük bir tablonun eteklerinde, bu döneme ait eserleri de görmek mümkün.
Müzeyi hasbelkader gezenlerin anlata anlata bitiremedikleri bir parça var: Kocaman bir çömlek bu. Antik Yunan’a özel bir teknikle, siyah üzerine boyama ile resimlendirilmiş. Daha doğrusu kare kare kurulmuş bir çizgi-öykü bu. Anlattığı, bir sevişme sahnesi.
Zaman zaman bazı eserler belki restorasyon için belki başka sebeplerle depolara kaldırılıyor. Bunlardan biri, son üç gidişimde hep onu aradığım, bulamamaktan yeis duyduğum bir Roma büstü. Roma sanatının gerçekçiliği için derler ki, Romalı kuşlar, heykellerdeki üzümleri gerçek sanıp gagalamaya çalışırlarmış o zamanlar. Bu anlayışla yapılmış söz ettiğim büstün modeli genç adama âşık olmak istemiştim. Depodan firar edeceği, sürpriz yapıp bana yine kendini göstereceği günü bekliyorum. Bu arada müzeyi gezer ve onu önce siz görürseniz -mutlaka tanırsınız- bana haber verin lûtfen. ·
Ankara’da Kültür ve Sanat, Nisan 2003