Ankara Yazıları

6.11.12

Bir Zamanlar Ankara


Örnek Köy: Ah-i Mesud (*)

       Pınar Şenel




1923 yılında imzalanan Lozan Barış Konferansının nüfus mübadelesine ilişkin kararları gereğince yeni devletin sınırları dışında kalan Türklerin değişimi için 400 bin civarında göçmenin mübadele yoluyla Türkiye'ye gelmesi, 350 bininin devlet eliyle iskân edilmesi gerekiyordu. Mübadillere ev ve arazi verilmesi, üretici duruma getirilmeleri gibi belli başlı sorunların çözümü de mübadele kapsamı içindeydi.

1913'te Türkiye nüfusu 15,8 milyondu. 1923'te yaklaşık 12 milyona düşen bu sayı 1927'e kadar ancak 13,6 milyona erişebilmişti. Savaş kayıpları ve göçler nedeniyle azalan genel nüfusa oranla, iş gücündeki azalma çok daha fazlaydı. Türkiye'den göç eden iş gücü özellikle tarımsal alandan gitmişti. Çoğu tahıl yetiştiricisiydi. Onlardan sonra tütün yetiştiricileri gitmişti. Tütün ve kuru üzümün 1923'den 1929'a kadar dış satımın % 40'ını oluşturduğu düşünülürse bunların üretiminde uzmanlaşmış nüfusun göç etmesi, dış satımdaki gerilemeyi açıklar.

Tarımdaki bu iş gücü kaybının giderilmesi için Türkiye'ye gelecek göçmenlerin özellikle tarımsal üretimde artış sağlayacak yerlere yerleştirilmeleri öngörülüyordu. Rumeli, Kafkas, İran, Suriye ve Irak'tan Türkiye'ye göç eden 58.027 aileye (toplam 284 332 kişi); on yıl boyunca parasız olarak 40 962 ev, 6321 arsa ve 1 567 472 dönüm arazi verildi. 1923–1934 döneminde muhacir ve mübadillere yaklaşık 6.000.000 dekar, muhtaç çiftçilere de 730.000 dekar arazi dağıtıldı.

Gelenlerin iskânı "Mübadele, İmar ve İskân Kanunu" kapsamında komisyonlar aracılığıyla yapılıyordu. Göçmen akışının sürekli olması iskân konusunda köklü çözümler üretilmesini zorunlu kılmıştı. Örnek köyler, bu zorunluluğun ortaya çıkardığı çözümlerdendir.

Her ne kadar Numune Köy’lerin yapımı bir zorunluluktan doğmuş olma da Köy Kanunu'nda öngörülen "ideal köy" tipinin uygulanabilmesi için iyi bir fırsat sunuyordu. Örnek köyler projesinde gelen mübadillerin yerleştirilmesi kadar giden mübadillerden boşalan arazilerden yararlanma düşüncesi de etkiliydi. İdeal köylerin, çevresindeki diğer köyleri de kendisine benzeteceği; eski ve geri kalmış köy tipinin yerini, yeni ve gelişmiş köylerin alacağı öngörülüyordu.

Bu kapsamda başkent çevresinde de göçmenlere yönelik örnek ve modern bir yerleşim merkezi kurulmasına karar verildi. Ankara- Eskişehir hattında yer arandı. Ankara çevresinde uzun yıllar terk edilmiş geniş araziler vardı. Bu arazilerin Ankara'da oturan sahipleri, topraklarını işleyemeyecek haldeydiler. İncelemeler sonucunda, yapılacak çalışmaların takibi ve ulaşım kolaylığı göz önünde bulundurularak, örnek köyün Ahi Mes'ud çiftliği yakınında yaptırılmasına karar verildi. Başvekalet Muamelat Müdüriyeti burada örnek köy kurulması önerisini Bakanlar Kuruluna 16 Mayıs 1928 tarihinde 6639 no'lu kararnamesiyle sundu; Bakanlar Kurulu da aynı gün görüşerek öneriyi karar altına alındı.
Kamulaştırma sürecine zaman harcanmaksızın arazi, pazarlık usulüyle satın alındı ve çalışmalara hemen başlandı.


Örnek köyün örnek evleri
Köyün planına bakıldığında, modern bir yerleşim yeri tasarlandığı görülür. Doğu-batı ve kuzey-güney akslarında uzanan sokakların arasında bahçeli evler sıralanmaktadır. Paralel uzanan sokakları kuzey-güney doğrultusunda kesen ana caddeler aynı zamanda mahalleleri oluşturur. Kuruluş planında üç mahallede toplam 50 ev vardır. 5 kişilik ailelerin barınabileceği biçimde yapılan bu evler, odalar-mutfak-banyo dışında, bir kiler ve eve birleşik ahır ve samanlıktan oluşmaktaydı. Evlere bitişik tasarlanan samanlık ve ahırlar dar olan evleri genişletmek ve yangın tehlikesini bertaraf etmek için daha sonraki yıllarda evlerin uzağına alınmıştır.
Bahçelerin uzunluğu 40, genişliği 25 metredir ve her ev bir dekarlık sahanın içine kurulmaktadır. Ayrıca köyün dışında olmak üzere hane başına yaklaşık 150'şer dekarlık tarla ve bağ arazisi dağıtılarak mübadillerin tarımla uğraşmalarına imkân verilmiş, koyun besiciliği için ağıllar yaptırılmıştı. 
1 Haziran 1928’de Ahi Mes'ud'un nahiye olmasına karar verildi, ki bu gelişmesine katkı sağladı. Ahi Mes'ud'un kuruluşu, ülkenin o günkü ekonomik koşullarındaki kısıtlara rağmen 6 ay gibi kısa bir sürede tamamlandı. Evler senet karşılığında teslim edilmiş daha sonra bu senetler 1934 yılında tapuya çevrilmişti.

Ahi Mesud örnek köyüne yerleştirilenler, Bulgaristan'dan gelen mübadillerdi. Çoğunluğunu Rusçuk'tan gelenlerin oluşturduğu 50 haneye, 301 soydaş yerleştirildi. Bunlara
daha sonra kaçak yolla gelenler de eklendi.

Göçmenler başta hayal kırıklığına uğradılar. Geldikleri yerdeki doğa burada yoktu. Yeşillik yoktu. Onları çetin bir mücadele bekliyordu. Ancak ülkenin o yıllardaki idealizm ruhu onları da saracaktı.

Etkileşim

Göçmenler geldikleri yerden edindikleri alışkanlıklarını ve yaşama biçimlerini Ah-i Mesud’da da sürdürmeye çalıştılar. Muhacir arabası diye bilinen dört tekerli, çelik aksamlı at arabalarını yerli halka tanıttılar. Bu arabalar, her çeşit yolda kullanılabilen iki tekerli kağnılardan farklı olarak daha iyi yollara gereksinim duyuyordu. Kağnılarda daha çok sığır ya da manda gibi yük hayvanları kullanılırken bu arabalara yalnızca atlar koşulabiliyordu. Koşumluk yapımı zanaatı böyle ortaya çıktı.

Evi kireçle badana etmek de yerli halka mübadillerden sirayet etmişti. Göçmenler giyim kuşam ve yemekleriyle de aktarmalar yaptılar. Özellikle patates ekiminin yerli halk arasında yaygınlaşmasına etkileri oldu. Balık, zeytinyağı ve keçi etinden yemekleri; kırlarda bulunan hindibağ, gelincik, ezbergân, ebe gümeci gibi otlardan yemek yapmayı yerli halk onlardan öğrendi.

Yatı Mektebi
Göçmen çocukların eğitimlerini sağlamak amacıyla bir okul yapımına karar verildiğinde, bu okulun aynı zamanda çevrenin ihtiyaçlarına da cevap verebilecek nitelikte olması için yatılı olmasına karar verilmişti.  

Yatı Mektebi, 1928 yılında hazırlanan “Ahinesgut Numune Köy Projesi“ kapsamında gerçekleştirildi. 40 kız, 60 erkek öğrenci için yapılan binaya, 1930 yılında öğretmen lojmanı ve kız yatakhanesi eklendi.
Tasarımı Alman mimar Ernst Arnold Egli’ye ait yapı, öncelikle eğimli çatısıyla göze çarpar. Okulun yatakhaneleri, çatı arasına ustalıkla yerleştirilmişti. Bu bölümün çatı kaplamasında yer yer renksiz saydam Marsilya kiremidi kullanılarak odaların daha çok ışık alması sağlanmıştı.

Bir “İlk Örnek”ti aynı zamanda

Etimusgut’ta gerçekleştirilenler, Anadolu'nun diğer köylerine de yapılacaklara ilişkin verilmiş sözler olarak kabul ediliyordu. Bütün yönleriyle Anadolu'nun diğer köylerine örneklik edecekti. Cumhuriyet hükümeti örnek nahiyenin her bakımdan örnek olması için gereken her şeyi yapma iradesindeydi. İlk olarak, 1929'lu yılların kısıtlı ekonomik koşullarına rağmen nahiyenin elektrikle aydınlatılması için girişimde bulunuldu. O tarihlerde Ankara'nın elektrik işleri özel bir şirkete devredilmişti. Telgaz adındaki bu şirket jeneratörle aydınlatma yapıyor ve bunun için kömürden yararlanıyordu. Kömür, Osmanlı Devletinin borçlarını ödeyebilmek için kurulan Düyun-u Umumiye'nin elinden kurtarılmış şeylerden biri olarak, yeni devlet için önemli bir enerji kaynağı haline gelmişti. Dolayısıyla Ankara'nın ve Ankara üzerinden Etimesgut nahiyesinin elektrikle aydınlatılmasının temelinde, kendi kaynaklarımızın değerinin farkında oluş düşüncesi de yatar.

Yapımı 1930’da tamamlanan inşaatlardan biri de devlet hastanesiydi. Yalnızca nahiyeye değil çevre köylere de hizmet verecek olan numune devlet hastanesi özellikle sıtmayla mücadelede büyük başarı elde etti.


Etimesgut adı nereden geliyor?

Örnek köyün adı, yakınında kurulduğu Ah-i Mesud çiftliğinden geliyordu. İsim, 2 Ağustos 1930 tarihinde "Etimesut" olarak değiştirildi. Daha sonra Atatürk'ün 29 Kasım 1937’de Numune Sıhhat Merkezini ziyareti sırasında hatıra defterine yazdığı biçimden hareketle, tarihinde adı "Etimesgut" olarak tekrar değiştirildi (24 Aralık 1937).
Örnek nahiyeyi anlatan yazarlardan Selahattin Kandemir, Türkiye seyahatnamesi-Ankara vilayeti adlı eserinde 1932 öncesindeki Etimesgut'u şu şekilde tanıtır:

"Ankara'ya ilk defa gelen bir yolcu için, Eskişehir'den sonra demiryolunun geçtiği çıplak arazi, bu bölge hakkında pek de iyi bir izlenim vermez. Fakat Eti Mesut istasyonuna gelince manzara birdenbire değişir. Bu ıssız, kimsesiz görünen geniş stepler ortasında böyle mamur ve yepyeni bir köy insanı hayrete düşürür. İşte burası şimdiki Ankara'nın batı kapısıdır. Ve her yolcu, bu geniş ve yüksek kapıdan geçerken Cumhuriyet neslinin yapmış olduğu büyük eserler önünde bir kere daha hürmetle eğilir. Dünkü hayat ile bugünkü arasındaki farkı bütün canlılığı ile gösteren bu yeni inşaatlar, evler, mektep, hükümet dairesi, hal, istasyon vs etrafında yemyeşil bir saha görünür”

Ernest Mamboury da Guide Touristiqe adlı kitabında (1933) örnek köy için şunları söyler:

"Model köy Eti Mesud verimli Engürü ovasını çevreleyen tepelerin kuzey yamacında yer alan sevimli evleriyle göze çarpar. Ovayı kat ederken geçmişte bakımsız bırakılmış bu geniş toprakları sulamak ve düzenlemek amacıyla başlatılmış sulama çalışmaları dikkati çeker. Bu örnek köy Cumhuriyetin yenilikçi ruhunun başarıları arasındadır. Burada her şey moderndir.”

Bugün, Kızılay depolarına, Türkkuşu tesislerine,  Eryaman, Elvankent, Güzelkent toplu konut alanları, şeker fabrikası kampüsü, 600 yataklı devlet hastanesi, askeri komutanlıklar ve TRT tesislerine de ev sahipliği yapan Etimesgut, 1990 yılında belediye oldu. Bugünkü nüfusunu ise Erzurum, Kars, Çankırı, Yozgat, Çorum gibi illerden gelen iç göçmenler oluşturuyor.   


 (*) Bu yazı, Etimesgut Belediyesi ve Goethe Institut-Ankara’nın web sitelerinden yararlanarak hazırlanmıştır. Özgün kaynaklar ve daha fazlası için adı geçen siteleri ziyaret ediniz.

31.10.12


  
ANKARA’daydı


2012 Mayıs’ı ne harikûlade bir ay oldu Ankara için. Hangi birinden söz edeceğimi bilemiyorum: Ankara’ya Dali gelmiş, onu mu yazayım, yoksa onun hemen yan salonundaki etkileyici M.C.Escher ve Çağdaşları sergisini mi… ya da Cermodern’in Ankara için ne müthiş bir şey olduğunu mu… Bir de Uçan Süpürge Kadın filmleri festivali vardı, bu yıl da çok verimli geçen… hepsi çok heyecan vericiydi. Derken, ayın sonuna doğru Çankaya Belediyesi Inti Illimani’yi getirdi ve ben diğer hepsini erteleyip işte bunu yazmaya karar verdim.
Çankaya Belediyesi’nin 19 Mayıs kutlamaları içinde Anıtpark’ta 20 Mayıs’ta sahneye çıkan Inti Illimani sekiz müzisyenle tam kadro bizlerleydi.  Jorge Coulon, Christian González, Daniel Cantillana, Juan Flores, Efren Viera,Marcelo Coulon, Manuel Meriño ve César Jara. Hepsi birden fazla enstrüman çalıyor.  Bu yıl verdikleri konserler onlar için önemli çünkü bir yeraltı kantininde başlayan yolculukları 45.yıldönümüne geldi.  Yıllar içinde grup üyeleri değişti, yenilendi ama kurucu Jorge Caulon hep oradaydı. Bugün itibariyle grubun ikinci en eskisi, kardeşi Marcelo Coulon. Konser sonrası onurlarına verilen yemekte Jorge ile sohbet etme olanağı bulduğumda, diğer pek çok şey yanında Venceremos’un besteleniş öyküsünü ondan dinleyeceğim aklımın ucundan geçmezdi.  




Şili Santiago’da Teknik Üniversite’nin bodrum kantini La China’da başlamış öykü. Yıl 1967. Elektronik mühendisliği öğrencisi Jorge Coulon ve Ekvadorlu makine mühendisliği öğrencisi Max Berrú düet çalışmak üzere bu kantinde bir araya geliyorlarmış. İkiliye Horacio Durán ve Pedro Yaňez’in katılmasıyla bir grup haline gelmişler. Hemen ilk günlerinden itibaren Nueva Canción Chilena - Yeni Şili Şarkısı hareketine katılmışlar. Aynı yılın Ağustos’unda Bolivyalı gitarist Eulogio Dávalos onlara “İnti İllimani”yi önermiş isim olarak. And dağları etrafında ve ağırlıklı olarak da Bolivya’da yaşayan Aymara halkının dilinde, Illimani (And) dağının güneşi anlamında.

1969’da Salvador Allende’nin seçim kampanyasına katılan grup Şili sol partilerinin büyük bölümünü bir araya getiren Halk Birliği Unidad Popular’ın bir parçası haline gelmiş. Logolarını tasarlayan Vicente Larrea, başka pek çok unidad popular grubuna da amblemler üretmiş bir isim.
Seçim zaferinin ardından Allende hükümetinin manifestosunu müzikle yaygınlaştırma görevi onlara verilince, sözleri Julio Rojas’a besteleri Sergio Ortega ve Luis Uyari Tonlri’ye ait şarkılarla Canto al Programa (1970) çıkmış ortaya. Bu ilk albümden aylarca önce kaydedilen ve Allende seçim kampanyasının resmi marşı olan Venceremos, albümde yeni bir yorumla yer almış.


Tarih 1973’e geldiğinde, biri hariç grup üyelerinin hepsi kendilerini artık tamamen müziğe adamaya karar verir ama hiç hesapta olmayan bir şey bekliyordur onları. Müziği, ülkelerinde yapamayacakları gerçeği.  

Şili’de demokrasinin trajik sonu: 11 Eylül 1973’te yapılan darbede Salvador Allende hükümet binasında öldürülür. Bütün dünya şoka uğrar. Intı Illimani o sırada turnede, İtalya’dadır. Şili’ye dönemezler tabii. 15 yıllık sürgün hayatları böyle başlar.   
Sergio Ortega 1973 Mayıs’ında besteler El Pueblo’yu. İlk seslendirilişi, darbeden sonra, Kasım 1973’te Inti Illimani’nin Fransa turnesinde olur. O andan itibaren Şili karşı- devriminin cuntaya karşı kullandığı en güçlü slogandır artık: "El Pueblo unido, jamás será vencido» - “Birleşmiş halk asla yenilmez"



Nueva Canción Chilena akımı Şili’de 80’li yılların ortalarında yeniden doğar. Darbenin üzerinden 10 yıl geçmiş, halk cuntaya karşı sesini yükseltmeye başlamıştır. Bu meydan okuyuşla, 1985’te bir festival düzenlenir. Inti Illimani’ye de ödül verilecektir. Grup festivale katılmak için İtalya’daki Şili Büyükelçiliğine başvurur ama yanıt bile alamaz. Marcelo Caulon ve Jose Seves risk almaya karar verir. Bütün grup gidemese de onlar iki kişi grubu festivalde temsil etmek için şanslarını denerler ama uçak Şili’de alana iner inmez etrafları silahlı kuvvetlerce sarılır. Festival yerine Arjantin’e, Buenos Aires’e gitmeye mecbur kalırlar. Her şeyde bir hayır vardır değil mi? Orada basın açıklamalarını Mercedes Sosa ile birlikte yaparlar. Şili’de resmi basının görmediği haber bütün dünyaya yayılır.

Benzerliği kaderle değil dünya düzeniyle ilgili; 1960'ların ortalarına doğru Latin Amerika müziğini rock ve politika ile harmanlayan Nueva Cancion müziğiyle tüm dünyada tanınmaya başlanan Mercedes Sosa da 1979’da La Plata’da verdiği konser sırasında sahnede gözaltına alınmış, Arjantin’de şarkı söylemesi yasaklanmış ve o da 1982’ye kadar sürgün hayatı yaşamak zorunda kalmıştı. Inti’cilerle basın açıklaması yaparken, sürülmenin ne olduğunu bilen bir sanatçı olarak aynı durumdaki diğer sanatçılara destek oluyordu.


Inti Illimani’nin sürgün hayatının sonu ise 1988’de, Şili’nin sınırlarını açmasıyla gelir. 18 Eylül’de Şili bağımsızlık günü kutlamaları sürerken - ki Jorge sahnedeyken defalarca Eylül ayının kendileri için ne kadar önemli olduğunu tekrarladı- yüzlerce insan onları havaalanında karşılar ve grubu aprondan alıp doğruca bir sahneye taşırlar. Binlerce kişi, kaldığımız yerden devam ediyoruz işte dercesine Intı Illimani şarkılarında buluşur. Inti’ciler o tarihi hayatlarındaki en önemli gün olarak hatırlıyorlar. 

Kurulur kurulmaz sürgüne mâruz kaldıkları için kendi ülkelerinde tek bir konser veremeden sürekli yurt dışına turne yapan hale gelmiş grup, ilk ulusal turnesine 1989’da çıkar. 2003’te, kendilerini bağrına basan İtalya’ya teşekkür için sürgünde geçen yılların anısına Viva İtalia albümünü yaparlar. Pinochet diktatörlüğü döneminde ülke tarihinden silinmeye çalışılan Victor Jara, Salvador Allende gibi tüm devrim kurbanları için dizi konserler düzenlerler.

Jorge Caulon’un sahnede sık sık andığı Victor Jara büyük bir isim. Öldürülme biçimindeki kahredicilik, hemen herkesin onu müzisyen olarak tanımasına neden olsa da Jara aslında çok yönlü bir sanatçı ve politik aktivistti. Öğretmendi, tiyatro yönetmeniydi, şairdi, besteci ve yorumcuydu. İçinde bulunduğumuz yıl Victor Jara’nın da 80. doğum yıldönümü.

Pinochet darbesinde açık cezaevi ve işkencehane haline getirilen Şili ulusal stadyumuna doldurulan cunta karşıtları içinde Victor Jara da vardı. Gitar çalamasın, devrimci şarkılar söyleyemesin diye elleri kırıldıktan sonra bile, usul usul Venceremos’u söylemeye çalışıyordu. Kazanacağız diyen bu şarkıya, gardiyanların silahlı baskısına rağmen orada bulunan tutukluların tümü eşlik etti. Bunun üzerine başına dipçikle vurula vurula öldürüldü Jara. Yetmedi, elleri kesilip tribünlerin önüne asıldı. Stadyum bu utançtan 30 yıl sonra kurtulacaktı. Katledilişinin 30. yılında, 2003’te, stadyumun adı Victor Jara Stadyumu olarak değiştirildi.



Onun adının her geçişinde Ankara seyircisi hemen tepki veriyor, saygıyla selamlıyor onu. Victor Jara’nın Che Guevera için yaptığı şarkıyı Ankara seyircisine armağan ediyor Inti Illimani. Ve aynı cümlenin içine ne çok kahraman sığıyor. Onlar içinde tek hayatta kalanın karşımızda olması, buruk bir mutluluk veriyor. 

Grubun özgürlük ve devrim şarkıları El Pueblo ve Venceremos’u icra etme biçimi etkileyici. Davulcu Efren Viera, arkadan öne bir trompetle geliyor, grup üyeleri yan yana diziliyor ve marş adeta bir saygı duruşunda okunuyor. Bizim de sesimiz kısılacak gibi oluyor. İkisinin de Türkçe versiyonları var çünkü, biliyoruz sözleri. Şu ölümlü dünyada Inti Illimani ile birlikte şarkı söylemenin coşkusu bambaşka; herkes şarkıyı kendi dilinde söylebilmenin mutluluğunda. 

Venceremos / Kazanacağız
Desde el hondo crisol de la patria
se levanta el clamor popular;
ya se anuncia la nueva alborada,
todo Chile comienza a cantar
Şili'de halk bugün savaşıyor 
Cesaret ve halkın gücüyle
Kahrolsun halkın katili cunta 
Yaşasın "Unidad Popular"
Venceremos, venceremos,
Mil cadenas habrá que romper,
Venceremos, venceremos,
La miseria (al fascismo) sabremos vencer.
Venseremos, Venseremos
Kıralım zincirlerimizi
Venseremos, Venseremos
Zulme ve yoksulluğa paydos
Söz – Müzik : Claudio Iturra - Sergio Ortega


Konserin sonuna yaklaşırken Çankaya Belediyesi’nin genç emekçileri uçan balonlarla girdiler aramıza. Final şarkısında, And dağlarının güneşiyle kızarmış Ankara gecesine doğru balonların tümünü bıraktıklarında güzel bir resim oluştu. Seyirci elindekiler de birer birer salınınca, uçmakta sona kalan bu balonlar kırıta kırıta öndeki gruba yetişmeye çalışırken telaşlı ve sevimli görünüyorlardı. Onlar da venceremos, el pueblo unido jamás será vencido! diyorlar sanki, diye düşündüm kendi kendime. Bu Inti Illimani neler yapmıştı bana böyle.


Manuelo Meriňo, Pınar Şenel, Juan Flores, César Jara


Konserden sonra kulisteyim ve dahası geliyor: Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın, grup onuruna verdiği yemeğe katılma ve grup üyeleriyle görüşme olanağı sunuluyor bana. Yemekte Jorge ile konuşurken söz Venceremos’a geliyor. “Bizim evde yapıldı o.” diyor, “Bir tek piyano vardı. Annem de evdeydi o gün. Nasıl oldu diye ona da sorduk, ”iyi iyi, gayet iyi” demişti” diye anlatıyor. Arkadaşımın “lise kantininde hayatımın geçtiği şarkı” dediği;  bazılarımızın devrimci dergilerde çalışırken okuyucu isteği üzerine kasetlere doldurup taleplere yetişmeye çalıştığı, kimimizin defalarca dinleyerek transa geçtiği o şarkı, işte böyle çıkmış ortaya. Bir arkadaş, bir piyano, bir anne… sonra alanlarda binlerce insanı tek yürek haline getirilen bir efsane. Nereden nereye. Duygulandığımı görünce “Her şey hayal etmekle başlar” diyor Bülent Tanık. “Şu an yanımızda oturuyorlar, onlar da bizim gibi insanmış, şarkı da ne kadar kolay yapılmış” dediğimde ise gülüyor artık.


Bir konser ilk defa bu kadar mutlu etti beni. Dünyanın uzak bir köşesinden Inti Illimani geldi şehrime. Ödediğimiz vergiler hakkında ilk defa düşündüm. Böyle kullanılması ne harikûlâde. Belediye deyince akıllarına asfalt ve tuz gelenler, başlarını yerden kaldırıp gökyüzüne baksınlar bahar gecelerinde. Orada toplanan unidad balonlar bizi çağırıyorlar.      







                                                                                               Pınar Şenel
pinarxsenel@yahoo.com

Konser fotoğrafları: M. Bülent Güler

20.6.04

Dadaş Çayı

Kale’de, At Pazarı yokuşunun sonunda daracık bir sokak üzerinde göze çarpmayan Dadaş Turistik Çay Evi, dünden bugüne şöhretli-şöhretsiz pek çok Ankaralıyı, hatta dünyalıyı ağırladı. Konuk defterlerinde, masa camı altındaki kartvizitlerde, dil farkının görülmediği sevgi sözleri güldestesi var. Sebebi, harmanı insan sevgisiyle karılmış bir bardak sıcak çay.

Erzurumlu Hasan Tüşik, kendisini bir efsane haline getiren bu işi uzun süredir yapıyor. Çay ocağının önünde birkaç alçacık masası ve etrafına dizdiği hasır kürsî’leri var sadece. Bir de, en az altı çayı karıştırarak demlediği nefis çayı. 20 yaşında gelmiş buraya. Kırk beş yıldır Ankaralı. Bu kentte yaşamayı seviyor. Çünkü “Hanımım, müşterilerim... mutluyum işte”.

TRT’ye ayarlı radyosunda Yurttan Sesler, Beraber ve Solo Şarkılar, İki Solist’ten Seçmeler... İhtirasla yaralanmamış kalender ezgiler yandaki antikacının duvarına çarpıyor önce; sonra Hasan Bey’den yansıyıp üzerinize düşüyor. İçinde yaşadığınız gün, bu çay molası kesitinde, sizi kendinden koparıp, bir kuşu incitmeden tutmaya çalışır gibi seven insanların yitik dünyasına taşıyor. Orada Hasan Bey var.

Ne zaman gitseniz, kravatlı, yelekli, köstekli saatli şık giyimi, siyahi pala bıyıklarına vurgu yapan temiz yüzüyle, tevazu sahibi doğulu bir bey bulursunuz orada. Bunca ünlü olmasına rağmen konuşurken gözlerinizin içine bakamaz. Bizans duvarlarındaki gizli tuğla gibidir: Saklı ve hep orada: Saf’lığa hasret kaldığınızı anımsatmak için. ·

Milliyet Rehber (Ankara), 21.2.2004

Kale'nin Kör Kapısı

Açtığımız kapıların beklediğimizden farklı yerlere açılması ihtimali hemen her zaman var. Sevimli Canavarlar filmindeki kapılar, neşeli sürprizlere açılıyordu. Kapısını açtığımız asansörün katta olmama ihtimali ise..., en iyisi hiç düşünmemek. Bir de kör kapılar var... tüm ısrarlara rağmen açılmayan, varlık nedenlerini tüketmiş yanıltmacalar.

Yaşadığımız kentte ilginç ve sahici bir kör kapı görmek isterseniz, Kale’ye gidin.

Ankara Kalesi yapılırken -her yerde her zaman yapılageldiği gibi- eski kalıtların taşlarından yararlanılmış. Yapının kahverengi orijinal tuğlaları arasında görünen; yer yer duvarın neredeyse yarısını kuran beyaz taşlar, bunlardan. Roma Hamamı ören yeri içinde gördüğümüz eserlerin kardeşlerini, örneğin, hamamın ısıtma düzeneğine ait ortası delik yuvarlak taşları surlar üzerinde görebilirsiniz. Bir düğme gibi düşmüş olanlarının da geride bıraktıkları boşlukları. Kalenin içine doğru ilerledikçe, başka yerlerden getirip konan bu “sonsuz misafir” taşların daha ilginçlerini de görmek mümkün. Kaleyi yapanların acelesi olsa gerek, üzerinde insan tasviri olan bir yontuyu yatay yerleştirmişler duvara. Latince bir yazıt ise tamamen baş aşağı.

En ironik olanı ise “cennete açılan bir kapı”nın, yani, bir mezar taşının tuğla olarak kullanılmış olması. Bu kör kapıyı görmek için saat kulesinin sağından, aşağı doğru inmeye başlayın. Çok değil otuz-kırk metre sonra sağınızda, başınızı yukarı kaldırdığınızda, birbirine dik açılı iki duvarın kesişim noktasında, öte dünyaya açılan o çift kanatlı kapıyı göreceksiniz. “Kale” duvarında.

Sahibi, cennete açılmasını temenni ettiği mezar-kapının bir kale duvarında körleştirildiğini bilmiş olsa... Belki hâlâ orada bekliyordur. Onun adına, gözlerinizle siz aralayın o kapıyı. Hayallerinizin mutlu ülkesine gidin. Cenneti bu dünyada bağışladığınız için kendisine, size teşekkür edecektir. ·

Milliyet Rehber (Ankara), 28.2.2004

-HAMAM- Giriş:Üç Sesterti


Çankırıkapı caddesi üzerinde, Ulus’tan Dışkapı’ya doğru giderken 400 metre ileride, solda bulunan Roma Hamamı, Ankara’nın en güzel “gizli” yerlerinden biri. Burası 2.5 metre yüksekliğinde bir höyük: Toprağında, geçmiş zamanların sahipsiz hatıraları yatıyor.

Roma Hamamı, sağlık tanrısı Asklepion adına, Roma imparatoru Caracalla tarafından M.S.2.yy.’ın sonunda imparatorluğun şanına uygun gösterişte inşa edilmiş bir yapı. Odun ateşiyle ısıtılan 12 külhanlı bir hamam. Elmadağ’dan gelen suyu, içinde bulunduğu mahallenin su ihtiyacını da karşılıyormuş. Yapı bütünü içinde açık spor alanı da varmış. 8.yy.’da yanmadan önce, kesintisiz beş yüz yıl kullanılmış.

O dönemde Ankara, Roma ve Augustus Tapınağı'nın bulunduğu kutsal tepenin etrafını çeviriyordu. Kentin kuzey ucu Radyoevi'ne doğru uzanıyordu. Ortak kullanıma açık kamusal mekânların aynı zamanda birer toplanma yeri olduğundan yola çıkarak, Roma Hamamı’nın, Augustus Tapınağı çevresindeki akropolden sonra, Antik Ankara’nın ikinci önemli buluşma noktası olduğu biliniyor. Augustus tapınağına –bugünkü Hacıbayram Camii alanına- uzanan revaklı yol, hamamdan başlıyormuş.

Buradaki etkileyici ilk şey, antik bir hamamın merkezî ısıtma sistemini görüyor olmak. Zamanında, hamamın taban taşları için minyatür birer sütun işlevi gören, şimdi ise birbirinin üzerine devrilen kurabiyeler gibi görünen tuğlalar çok sevimli. Sıcak suyu dolaştırmak için ortaları delik olan bu taşları ipe dizip kolye yapmak geliyor insanın içinden. Hopdediks, bir maceralarında buraya da gelmiş olsaydı, Farfara’ya hediye etmek için bunu mutlaka yapardı herhalde.

Roma Hamamı ören yeri, aynı zamanda bir açık hava müzesi. Ankara’nın Cumhuriyet kenti olarak kurgulanışından bu yana, inşaatların temel kazılarında ortaya çıkan pek çok eser, burada. Görece yakın geçmişe ait Ermeni, Rum, Yahudi mezar taşları, bir zamanlar kalbi bu kentte atan insanların çok kültürlü panoramasına birer örnek.

Bir de öte dünyaya açılan kapılar var. Bunlar da antik çağın mezar taşları. Ölen kişinin cinsiyetine, mesleğine, toplumsal statüsüne ait simgeleri resmetmesi dışında, çarpıcı olan, mezar taşlarının ikinci bir dünyaya açılan kapılar olarak tasvir edilmeleri. Cennete açılması temenni edilen çift kanatlı taş kapılar... Biz “şimdilik” mezar taşı diyoruz onlara. ·

Milliyet Rehber (Ankara), 6.3.2004

Anadolu Minyatürü




Eski Ankara’nın “Namazgah” semtinde inşa edilen Etnoğrafya Müzesi, günlük yaşam göstergelerini bir araya getirerek Anadolu’nun küçük bir kopyasını resmediyor. Burası için “Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin kardeşidir” diyebiliriz; çünkü onlar bir tasarının iki parçası: Tarihimizin araştırılması kadar Türk kültürü ve sanatıyla ilgili eserlerin derlenmesine de çok önem veren Atatürk, Ankara’da bir Millî Müze, bir de Hitit Müzesi kurulmasını istiyor. Millî Müze hayali, 1928’de Etnoğrafya Müzesi’nin kendi binasında açılması ile gerçekleşiyor. Mimarı, Cumhuriyetin ilk dönem gözde mimarlarından Arif Hikmet Koyunoğlu. Hitit öncesi ve Hitit devri buluntuları, kazı mekânlarından Ankara’ya akmaya başladıkça, Kale eteğinde birbirine komşu bulunan Mahmud Paşa Bedesteni ile Kurşunlu Han onarılarak müze haline getiriliyor (1938) ve Anadolu Medeniyetleri Müzesi de böyle doğuyor.

Uzun bir süre restorasyonda kalmıştı Etnoğrafya Müzesi. Fakat değmiş buna. Türk sanatının Selçuklu devrinden günümüze uzanan örneklerini sergilemek dışında, Anadolu insanının özel gün gelenekleri ile gündelik yaşam halleri, vitrinler ardında mekanların aynısı kurularak canlandırılıyor. Mankenlerin naylon peruklarındaki –özellikle de perçemlerindeki- sakillik, bir “yabancılaştırma ögesi” gibi canlandırmanın illüzyonunu bozsa da, güzel bir etnoloji müzesi burası.

Beykoz camları, İznik ve Çanakkale çinileri, Selçuklu bakırları, Osmanlı hat eserleri ve diğer ilginç pek çok parça ile birlikte “ferman mahfazası” kubur’lar... Müzenin en güzel bölümlerinden biri, ahşap eserlerin sergilendiği son salonu: Selçuklu Sultanı III.Keyhüsrev’in mütevazı tahtı ile Ankara’ya yakın yerleşimlerden toplanan ahşap cami kapıları, minberler, mihraplar ve bir zamanlar kimbilir hangi hayatlara açıldığını merak ettiğiniz “pencere kanatları” var burada. Ürgüp’teki bir camiden gelen minber, bu salonun başyapıtı.

Müzenin başyapıtı ise Atatürk’e ayrılan bölüm. Etnoğrafya Müzesi’nin adını hepimiz ilkokuldayken öğreniyoruz; Atatürk’ün 1953’e kadarki geçici kabri olarak. Atatürk’ün naaşı, yapının güzel kubbesinin altındaki holden geçilen sütunlu iç avluya defnedilmiş. Daha önce mermer bir havuz varmış orada. Ve avlu olduğu için de üstü açıkmış. Atatürk, göğün altında uzanmış sonsuzluğa. Çatı, sonradan eklenmiş. Şimdi onun geçici kabrini temsilen çevrelenmiş alanın etrafında cenaze törenlerine ilişkin sürekli bir fotoğraf sergisi var. Dolmabahçe’den alınışı, deniz yoluyla Haydarpaşa’ya getirilişi, Ankara garında karşılanışı, katafalktaki saygı nöbetleri ve kederli insanların gözyaşları. Gerçek sevgi, derin acı, şiddetli sarsılış... Çok çarpıcı fotoğraflar. Pek görülmüş olmasa gerek. Etnoğrafya Müzesi, her şeyden önce, bu fotoğraflar için görülmeye değer. Geçmişin idealizmine bakarak bugünün savruluşunu görmek için. ·

Milliyet Rehber (Ankara), 13.3.2004

Medeniyetler Bedesteni


Canım ne zaman “alıp başını gidesiye” sıkılsa, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne çıkardım bir zamanlar. Böyle böyle beş defa gezdim müzeyi. Mutsuz olduğum zamanlarda beni oraya çeken bir şey vardı.

Bizi müzelere çeken, artık harabe olmuş eşyanın kayıp parçalarını, maddesiyle-ruhuyla imgelemimizde tamamlama heyecanı olsa gerek. Hayatları olmasa da ruhları bize benzeyen arkaik insanların yüzlerini aramak, kırık çömlek parçalarında.



Dünyanın sayılı müzelerinden sayılan, Türkiye’de en çok ziyaret edilen müzelerden olan, 1997 yılında Avrupa çapında yapılan bir değerlendirmede (İsviçre, Lozan’da) altmışsekiz müze arasından “yılın müzesi” seçilen Anadolu Medeniyetleri Müzesi, 200 bin eserlik büyük koleksiyonuyla, reel zamanın birkaç saati içinde tarihin bütün çağlarının içinden geçme olanağını veren bir büyük seçki: M.Ö. 50.000'lerden M. S. 200’lere kadar.

Ankara’da müzecilik çalışmaları Cumhuriyet’le birlikte başlıyor. Tarihimizin araştırılmasına, Türk kültürü ve sanatıyla ilgili eserlerin derlenmesine çok önem veren Atatürk, Ankara’da bir Millî Müze, bir de Hitit Müzesi kurulmasını istemiş. Millî müze hayali, 1928’de Etnoğrafya Müzesi’nin kendi binasında açılması ile gerçekleşmiş. Bu arada Hitit öncesi ve Hitit devri buluntuları, kazı mekânlarından Ankara’ya akmaya başladıkça, yeni bir müze inşa edilmesindense, kale eteğinde birbirine komşu bulunan Mahmud Paşa Bedesteni ile Kurşunlu Han’ın onarılmasına karar verilmiş (1938). (Fatih Sultan Mehmet’in sadrazamı Mahmud Paşa 1464-1471 yılları arasında yaptırmış burayı. Bedesten, içinde değerli eşya alınıp satılan kapalı çarşı anlamına geliyordu.) Eserler, bedestenin on kubbeli-yüksek tavanlı salonuna (mevsim kışsa, üşüyorsunuz) Alman arkeolog H. G. Guterbock başkanlığındaki bir heyet tarafından 1940’ta yerleştirilmiş. Çarşının olduğu gibi bırakılan dükkânları batı kanadında ve onlarda da yine eski eserler teşhir ediliyor. Kurşunlu Han ise, müze bütününün idari binası olarak kullanılıyor.

Müze turuna, içine bacasından girilen Çatalhöyük evlerinin gerçek ölçülerine uygun bir modelinin kesiti önünden geçerek başlıyorsunuz. Bu ilk bölümde nefis eserler var. Üstelik bunların bir kaçı ünik, eşi olmayan eserler. Örneğin tarihin en eski kumaş parçası (yangından kurtulmuş gibi bir hali var) ve en eski aynası (camdan değil obsidyenden) burada. Ankara’nın simgesi Hitit kursları da kumaşı geçince hemen solda, kendilerine özel stantların üzerinde duruyor. Boy boy, çeşitli dönemlere ait pek çok Anatanrıça (Kubaba-Kibele) heykelciği de sağ tarafta ve orta camekânlarda. Ve o müzeye beş kez gitmemin belki de tek müsebbibi olan takılar... Günümüz tasarımcılarına özel sandığımız bir yaratıcılık, şaşırtıcı bir emek, özenilesi bir zarafet... İnanın, gözlerinizi alamazsınız.

Frigya Kralı Midas’ın ahşap mobilyaları müzenin en güzel eserlerinden. Sedir, ardıç, sarıçam, şimşir, ceviz ağaçları kullanılarak yapılmış bu mobilyaların en güzeli de Midas’ın masası. Aslında bizim gördüğümüz eserlerin buluntu hali değil; bu güzelliği ortaya çıkaran, mobilyaya yapılmış restorasyon çalışması. Türkiye’nin ilk -sonradan İstanbul’da da bir tane açılmış- eski eser bakım ve onarım laboratuvarı, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ninki. Yılda iki bin ile üç bin arasında eser, konservasyon ve restorasyon işliklerinde, yeniden hayata dönüyor. Aldıkları devlet memuru maaşı karşısında, daha çok “gönüllü” sayılabilecek bir avuç uzman, çok zevkli, heyecanlı, ve riskli bir görevi, sevgiyle sürdürüyorlar. Koruma altına aldıkları ve onardıkları eserleri bilgisayar ortamında belgeleme/arşivleme işini de aynı anda yürütüyorlar. Restorasyon, bir arkeolojik kalıtı rezil de edebilir. Doku uygunluğu, estetik bütünlenme, gerçekçilik çok önemli. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi laboratuvarında yapılan restorasyonlar bu açıdan başarılı.

Turizm amaçlı tanıtımlarda, daha çok Batı Anadolu antik kentleri ve müzeleri öne çıkmıştır hep. Bildik deniz-doğa-tarih üçlemesi nedeniyle. Bu yüzden örneğin Doğu Anadolu’daki Urartu Devleti’nin kalıtlarını diğerleri kadar fazla duymamış, öğrenmemiş, tanıtmamışızdır. Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde mezarlarını ev biçiminde inşa eden, taş işçiliğinde çok ilerlemiş, altın-gümüş işlemeleri kendi çağında moda yaratmış Urartuların eserlerini de görebilirsiniz.

Sheraton Oteli’nin eteklerindeki Karum’un adı, tarih öncesi devirlerden geliyor. Tacirlerin kurdukları, alış-veriş yaptıkları ve yaşadıkları yerlere karum deniyormuş M.Ö. 2000’in başlarında. O dönemde Anadolu bayındır ülkelerden biriymiş. Bunu bilen Mezopotamyalılar, Asur Devleti’nin öncülüğünde Anadolu’yla büyük ticari ilişkileri girmişler ve böylece dokuz karum kurulmuş. Bunların idare edildiği başkarum ise Kayseri yakınındaki Kültepe Kaniş’tekiymiş. Karum betimlemesi yapılmış büyük bir tablonun eteklerinde, bu döneme ait eserleri de görmek mümkün.

Müzeyi hasbelkader gezenlerin anlata anlata bitiremedikleri bir parça var: Kocaman bir çömlek bu. Antik Yunan’a özel bir teknikle, siyah üzerine boyama ile resimlendirilmiş. Daha doğrusu kare kare kurulmuş bir çizgi-öykü bu. Anlattığı, bir sevişme sahnesi.

Zaman zaman bazı eserler belki restorasyon için belki başka sebeplerle depolara kaldırılıyor. Bunlardan biri, son üç gidişimde hep onu aradığım, bulamamaktan yeis duyduğum bir Roma büstü. Roma sanatının gerçekçiliği için derler ki, Romalı kuşlar, heykellerdeki üzümleri gerçek sanıp gagalamaya çalışırlarmış o zamanlar. Bu anlayışla yapılmış söz ettiğim büstün modeli genç adama âşık olmak istemiştim. Depodan firar edeceği, sürpriz yapıp bana yine kendini göstereceği günü bekliyorum. Bu arada müzeyi gezer ve onu önce siz görürseniz -mutlaka tanırsınız- bana haber verin lûtfen. ·

Ankara’da Kültür ve Sanat, Nisan 2003

Bir Başkent Yaratmak


Eski Ankara fotoğrafları, kentin bugününün ölçüsü değildir yalnızca. Bakarken adını pek koymasak da sadece “geçmişe özlem” hissi de değildir içimizdeki. O fotoğraflarda, lego parçalarıyla ev yapan çocukların neş’esi, heyecanı, intizamı ve acemiliği vardır. Çünkü onlar yeni Türkiye Devleti’nin ilk cumhuriyetçi kuşağının kurguladığı “başkent”in fotoğraflarıdır.

Ankara, başkent olduğunda (13 Ekim 1923), yaklaşık 20 bin nüfuslu küçük bir Orta Anadolu kentiydi. Dar ve kıvrımlı sokaklar boyunca sıralanan mütevazı evlerin ardındaki hayatlar, acılarla yüklüydü. Son yüzyılda yaşanan ekonomik çöküntünün ardından savaş yıllarının yoksulluğu gelmiş; 1917’deki büyük yangının is’leri, kasveti daha da koyulaştırmıştı. Yeşilden yoksundu bu şehir. Ve neşeden. 19.yy. gezginleri Ankara’yı “hüzünlü” ve “bakımsız” bir kent olarak nitelemişlerdi bu yüzden.

Hal böyleyken, Ankara’nın başkent olarak gelişimi, yeni rejimin de başarısı olacaktı aynı zamanda. Bu nedenle yoğun bir yapılaşma hareketi başladı. Yakup Kadri’nin deyişiyle “kent baş döndürücü bir hızla gelişiyor; Taşhan önünden Samanpazarı’na, Samanpazarı’ndan Cebeci’ye, Cebeci’den Yenişehir’e, Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru uzanan alanlar üzerinde apartmanlar, evler, resmi binalar kısa süreler içinde art arda yükseliyordu”.

1924’te çıkan bir yasa ile İstanbul’un belediye modeli Ankara’ya uyarlanarak “Ankara Şehremaneti” kuruldu. İlk işi bataklıkları kurutmak oldu. Ardından “yapı malzemeleri fabrikaları” kuruldu. 1925’te çıkarılan bir başka yasa ile Şehremaneti’ne kamulaştırma yetkisi verildi. Yenişehir’e arazi sağlamak amacıyla büyük bir kamulaştırma hareketine girişildi.

1927’ye gelindiğinde Ankara’nın nüfusu 74 bine ulaşmış; apartmanların yanı sıra, ”bahçeli ev” tipinde, ayrık düzende memur konutları inşa edilmeye başlanmıştı. Devlet tarafından yapılan bahçeli memur evleri, yaratılmak istenen ulusal burjuvazinin yaşam çevresini resmediyordu. Bu model, özel sektörce de benimsenince, orta ve üst gelir grupları için Sıhhiye’den Kızılay’a, bulvarın iki yakasında birer-ikişer katlı bahçeli evler yapıldı.



Fakat tüm bunlar plansız imar deneyimleriydi. Yapılarda üslup birliği kurulamıyor, yerleşme biçimi dağınık oluyordu. Bunu düzeltmek için 1927’de uluslararası bir yarışma açıldı ve üç yabancı mimar Ankara’ya davet edildi. Yarışmayı Berlinli mimar Hermann Jansen kazandı. Hazırladığı “Ankara İmar Planı” 1932’de onaylanarak yürürlüğe girdi. Jansen Planı, birbirini kesen iki ana ulaşım damarı ile etrafındaki kentsel yaşam merkezlerini ve açık alanları belirliyordu. Bu plana göre, ticari merkez Ulus’ta, yönetim merkezi Yenişehir’de olacaktı.

Osmanlı’nın küçük Orta Anadolu kentinden, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin bayındır başkenti haline gelen Ankara projesinin başarısı, Sovyet yönetmen Sergei Yutkeviç’in, 1933 yapımı “Türkiye’nin Kalbi Ankara” adlı belgesel filmine de konu olmuştu.

Bugün Ankara’nın nüfusu, 4 milyonu aşmış durumda. Bir başkent ve bir metropol olarak sürekli gelişiyor. Anafartalar Çarşısı’nın “Yürüyen Merdivenli Çarşı” olarak bilinmesi de, İş Bankası “gökdelen”i de bir şeyin ilki olma bayrağını çoktan devrettiler. Yeni yaşam merkezleri ve yaşam merkezlerinin yeni simgeleri var artık. İhtiyacımızı tam olarak karşılamasa da yeşilden yoksun değil bu kent. Büyük ölçüde devlet organlarının kurumsal desteğine bağımlı da olsa, gittikçe artan sayıdaki kültür-sanat etkinliği içinde -Kısa Film Festivali ve Kadın Filmleri Festivali gibi- Türkiye’nin ilk’leri var. Ankara, geleceğe yeni fotoğraflar biriktiriyor. Ve en önemlisi, hepimizin kalbi Ankara’da atıyor.

20.3.04

Ankara'da Bir Sevgililer Günü


Doğum günlerini günün erken saatlerinde kutlamak gerek. Çünkü insan “bugün benim doğum günüm” diye açar gözlerini o sabah. Aksini söyleyenler olsa da, aranmayı herkes bekler. En iyisi, bunu geciktirmemek.

Sevgililer Günü’ne de erken başlayın. Yüz yüze görüşme vaktini beklemeden, onu telefonla arayın ve kahvaltıya davet edin. Kızılay’da adım başı olan simitçi kahvelerinin kıymetini bilin; İstanbul’da bu kadar yaygın değil. Hem İstanbul’un simiti Ankaranınki kadar güzel değil.

Sonra Ulus’a gidin. Heykelin önünde indikten sonra Anafartalar caddesini yürüyün. Kentin bu ikinci merkezine akın eden; büyük ihtimalle sevgililer gününden haberi olmayan; olsa bile bunu “çocuklar eğleniyor işte” tarzında kırık bir tebessümle göğüsleyen insanların, o cumartesi hangi hayat gailesinin peşinden koştuklarını izleyin. “Anafartalar Çarşısı”nı sorun kimse gösteremesin; “Yürüyen Merdivenli Çarşı” deyin herkes göstersin. Ankara’da yürüyen merdivenin ilk kullanıldığı çarşının 2004 yılında bile ününden hiçbir şey kaybetmemesindeki ironi, ikinizi de güldürsün.

Caddenin sonuna gelmeden Hal tarafına dönün ve Hal’in içinden geçin. Rengarenk, canlı, ama yaşlı bir Ankara tarihi akar alış-veriş eden insanların arasından. Aileden Ankaralıysanız, belki babaanneniz defalarca alış-veriş etmiştir buradan. Onun hayali önünüzde yürürken, aynı anda, müşterisini çığırtkanlıkla kazanan ve sesleri ta Kızılay’dan duyulan esnafın, zabıta tarafından megafonla ya da düdükle uyarıldığına; ama onların sanki hiç duymamış gibi inadına haykırmaya devam ettiklerine tanık olun. O anda zabıtayla göz göze gelin ve ona dostça tebessüm edin. Sizin “bakın şu yaramazlara” tarzındaki gülüşünüz, onun kırılan onurunu biraz onarır. Bakışlarıyla sevgililer gününüzü kutlar o da. Halden çıkmaya davranırken, koca adamların küçük çocuklar gibi itişmesinde bir masumiyet sevinci bulup sevgilinizin gözerinin içine bakın.

Halden çıktınız. Sola dönün ve Anafartalar caddesine yeniden çıkın. Caddenin sonunda sizi Kale’ye ulaştıracak merdivenler var. Yorulmadan çıkın. Çünkü sevgililer gününe yeni başladınız. Basamaklar bitince kendinizi içinde bulduğunuz parkta oturun biraz. Büyükçedir, yemyeşildir, sakindir, huzur verir. Parkın Konya sokağı üzerine uzanan yamacındaki banka oturursanız, kuzeybatı açısında Katolik Kilisesi’nin çatısını görebilirsiniz.

Parktan çıktığınızda, yol sizi müzeye götürür. Bu özel günde farklı bir şey yapın ve dünyanın en önemli müzelerinden biri olan Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne girin. Çünkü binlerce, onbinlerce yıl eskilerden geldikleri için yerlerini yadırgayan ve sahipsiz duran bu zaman yolcusu eserlerde, size aşkı anlatacak şeyler var. Ama müzenin bütün salonlarını bir günde ve bu günde gezmeyin. Üç-dört saat sürer ve çok yorulursunuz. İlk salondaki Çatalhöyük evini geçtikten sonra, solda dünyanın en eski aynası var. Cilalanmış bir obsidiyen taşı bu. Üzerine sevgilinizle birlikte eğilin ve yansımanızı görün orada, baş başa. Onu yapanın, bir sevgilisi olmadığını için mi acaba, bir ayna keşfettiğini düşünün. Aynanın yakınında yine Çatalhöyük’ten gelen kolyeler-bilezikler-yüzükler var. Onları yapanların da takanların da muhakkak bir sevgilisi olduğunu zaten düşünürsünüz.

Müzeden çıkınca -artık acıkmış olmalısınız- Kale’de gözleme ya da köfte yiyebilirsiniz. Sonra, minicik taneli kuru fasulyelerin, kokularını yarıştıran baharatların ve türlü zevahirin neşeden yerlere saçıldığı tezgahların önünden geçin. Fazla ilerlemeyin, hemen karşınıza çıkan yokuştan (At Pazarı) aşağı inmeye başlayın. Bir-iki dükkan geçtikten sonra, solda daracık bir sokak var. Çayınızı, buradaki Dadaş Turistik Çay Evi’nde için. Hasan Tüşik’in altı çayı karıştırarak yaptığı ve sırrını kimseye vermediği çayın tadına doyamayacaksınız. Hasan Bey’in cilt cilt ziyaretçi defterleri var. Normalde yapmasanız bile, bugün sevgililer günü, sevgilinizle beraber bir şeyler yazın o defterlere, Hasan Bey mutlu olsun. Birisini mutlu etmek sizi de mutlu edecek. Sokakta dolaşan kediler-köpekler de nasiplensin bundan. Görün bakın; sevginiz, onu dağıttığınız kadar büyüyecek.

At pazarından inmeye devam edin. Meslek erbabının kullanım nesnesi olarak aldığı şeylere, “bundan şöyle bir süs, şöyle ilginç bir şey yapabilir miyim” diye bakarak indiğiniz sokak, sepetçilere çıkar. Daha erken sağa dönerseniz bakırcılara. Bu sokaklarda gezerken, “bir zamanlar ne hayatlar varmış” diye hislenmek, ve ardından kendi zamanınıza nasıl konumlandığınızı düşünmek, yanınızda yürüyen insanın değerini de anımsatacaktır size.

Sonra Sıhhiye’ye gidin. Bugün sadece sevgililer günü değil. Aynı zamanda cumartesi ve Sıhhiye’nin “pazar” günü. Girin o kalabalığın içine. Taze meyve-sebze şenliği heyecanlandırsın sizi ve sevgilinizin koluna girmek için bir sebep olsun.

Oradan Sakarya’ya geçin. Yeni Sahne hemen sağınızda. Diğer tiyatrolar için büfeden bir gazete alın ve hangi oyunlar var bir bakın, belki seyretmek istersiniz. Sonra çiçekçilere doğru uzanın. Bir demet çiçek alın ve onu sevgilinizle aranıza koyarak, kokusunu içinize çeke çeke sinemanın yolunu tutun şimdi de.

Tilbe Saran’ın harikulade seslendirmesi ile taçlanmış “Kayıp Balık Nemo”yu seyredin. Önünüzde uzun boylu birisi var mı; içinizdeki çocuk sinema perdesini görebiliyor mu dikkat edin. Sevgiliniz “ama bu çocuk filmi” diye dudak büküyorsa, ilişkinizi gözden geçirin.

Akşam yemeğinde, birlikte yemeyi sevdiğiniz şeyler ile birlikte yemenin mutluluğunu bir araya getirin. Ama kutsama töreni gibi olmasın bu yemek; sevgililer günü olduğu için olmasın. Yoksa solar elinizde günün anlamı. Hani, yılbaşı gecelerinde çok çaba gösterip hiç eğlenememek gibi.


Not: Sevgilinizden yeni ayrıldıysanız, kendi başınıza çıkın bu geziye. Ankara’da, bir cumartesi günü, sevgililer gününden ve sizin aşk acınızdan habersizce akıp giden hayatı seyredin. Bağışlarsınız; onu da, kendinizi de.

Sevgiliniz epeydir yoksa, yine de çıkın bu geziye; bugün cumartesi. Yürürken vitrinlerde gördüğünüz kalplere bakıp üzülmeyin. Çünkü herkes en çok kendini sevmez mi. ·

Milliyet Rehber (Ankara) 7.2.2004

GERİ
ANASAYFA